Archive for July, 2012

bana bir masal anlat….

Posted: July 31, 2012 in Uncategorized

bir varmış bir yokmuş
karpuz kabuğundan gemilerle gidilen
bir ülke varmış
yemekleri hep şekerli
aşkları hep kederliymiş
bu ülkenin
bir gün bir çocuk şeker sanmış tuzu
yemiş yemiş bitirmiş
kalbini suyla yıkamış
almış kalbini dağa kaçmış
heybesindeki sevgiyi ormana bırakmış
ormandaki kurtlarla konuşmuş aşkı
koşmuş koşmuş yorulmuş
üvey babasını bulmuş
adam buna elma sunmuş
elmayı aşk sanmış
artık onu armut sevmese de olurmuş
acısını cebindeki tuza banmış
yalnızlığını bir beyaz kağıt sanmış
kağıtta renkler varmış
çizmiş çizmiş balon olmuş
gökyüzüne balonla inmiş
az gittik uz gittik
dere tepe düz gittik
bir yoldayız gündüz gece

“daha uyuyamadık mı?”

Şiir deyince pek çok çağrışımın en özel ismidir Şükrü Erbaş. Öyle samimi ve sakin dizer ki cümleleri, içinden dünyanın bütün şelaleleri akan bir sükunet olur tüm kitapları. 
Hele bir de insanın acısını insan alır der ki… Onun tüm şiirlerinde saf bir insanlığımız var evrene düşmüş şaşkın şaşkın etrafına bakan…ve anlamaya çalışan, yaşamaya çalışan…

Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık.

O küçük ölüm!

Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı.
Ben bulutları gösterirken,
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış,
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı”
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip,
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ”
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.

Şimdi anlıyormusun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında….

Ne mi yapacağım bundan sonra?

Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye….

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?

Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü Erbaş

bir gün

Posted: July 20, 2012 in Uncategorized

“Ve hazırlıklı değildim ve bildim. Ben suyun bir dakika durduğu, durunca boğulduğu bir yerdeyim. ” edip cansever

hadi bir sabah yüzümüzü yıkamadan güne uyuyalım beraber,

hadi içelim bir sabah günü, yüzümüzü yıkarken,

hadi yüzümüzü sabah edelim, bir günümüzü yıkarken…

Gazete Solfasol‘un Mayıs’12 özel sayısı için yazdığım yazı:

Ankara, eş zamanlı bir baş dönmesi yaratır insanda; sen balkonunda çayını yudumlarken başka bir evin terasında beş on kişi bir araya toplanmış çıkacak bir gazetenin telaşındadır.
Bir son bahar telefonumun çalmasıyla Solfasol’e uyandım ben. Aslında hep aklım(ız)da olan bir şeyin ciddi anlamda matbaaya girmesiydi söz konusu olan. Telefondaki ses yabancıydı, internetten Ankara ile ilgili yazdığım yazıdan bulmuşlardı beni önce, sonra da Tanıl Bora’dan ulaşmışlardı bana. Hatırlıyorum da hayatımda en çok heyecanlandığım anlardandı. Mülkiyeliler’de buluştuk, yabancı olan ses birden tanıdık oldu, sonra yanındaki zaten tanıdıktı, sonra yanındaki…. Derken bahar geldi, bizim için önemli bir günde nihayet 1 Mayıs günü gazete elimizdeydi, güzel keçimizle. O zaman anlamıştım, bu keçi bize uğurlu gelecek.
Peki Solfasol nedir? Eş zamanlı baş dönmemizin ilacı. Ankara’nın bütün anlatılara giren griliğine inat bir renktir bizim için. Bu şehrin baş dönmesini bilen bilir, kendini sokaklara atarsın ve büyük olan şehri yürüyerek küçültürsün. Bu yürüyüşlerin en güzel betimlemesini Barış Bıçakçı “Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de” anlatır. Çankaya’dan Ulus’a uzanan uzun yürüyüşlerle Ankara ile dost olabilirsiniz ancak, çünkü dostluk derinleşmektir. İşte bu nedenle Ankara’da başı dönüp kendini sokağa atmayanlar için gri bir şehirdir. 
Solfasol, sokağa çıkmak demektir, Ankara ile derinleşmek demektir, yürüyerek çoğalmak demektir. Bir yaşına basan Solfasol’de spor sayfası editörlüğü yapmaya çalıştım, eksiklikleri ile. Çok şey tecrübe ettim, Solfasol baharı ile. 
İşte tam da bu nedenle ne zaman gidesim gelse, kalanlara bahar gelir de ben kışa giderim diye üzülürüm.
Kübra Ceviz

özledim

Posted: July 3, 2012 in Uncategorized

“sana yağmurları yağdırdım
içimdeki bozkırdan
ve özledim
ve sarardım durdum”