Archive for April, 2010

>yoruldum albayım

Posted: April 28, 2010 in Uncategorized

>…sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. bende hayat bilgisi zayıf albayım. bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır, birlikte olabilseydik insanlık çok yararlanacaktı bundan. yazık oldu. şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. ben bunlara çabuk karar veremem albayım. kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım. hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. biliyor musunuz, bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. yoksa eve dönmek istemiyorum. beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. bilgeden akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba? neden herkes benden kaçıyor albayım? yaşamasını bilmiyorum da ondan mı? bir dakika albayım karşıdan birileri geçiyor. kadını bilgeye benzettim; peki erkek kim? değilmiş….

oğuz atay /tehlikeli oyunlar

Advertisement

>”öyle ya, her şeye alışıyorduk. buna da alıştık. akşamların sessizliğine. tek kişilik yemeklere, tek kişilik biletlere. hatta mutlu etmeye bile başladı. ne dersiniz? “

“oysa ben hiç böyle düşünmemiştim; sevdiğim filmleri sevdiklerimle izleyecek, en güzel yemekleri onlarla tadacaktım.”
“en keyiflisi yalnız yürümek, kendi temponda. üzerine sıçrayan çamurun hesabını yapmadan ve kimi zaman gölgenden korkarak. “
“saatimi ileri almadım, geride olup ileride yaşamak hoşuma gitmeye başladı.”
“en kötüsü çokluğun hesabını tekilliğimde aramak oluyor, işin içinden çıkamıyorum. çıkamadıkça şairlere sarıyorum. onlarla başım belada.”
“gong sesini duyunca yarışmaya başlıyorum kendimle, kaç kelime okur kaç kelime yazar, kaç kelime susarım diye. mağlubiyete alışkınım. gençler taraftarıyım.”
“bugün bir çay söyledim çocuğa, tek şekeri olsun dedim. üstümüzden kuş geçmeyecekti”

>onursuzunum

Posted: April 22, 2010 in Uncategorized

>

>

>niçin yazıyorum?

Posted: April 15, 2010 in Uncategorized

>

bakın Manganelli ne demiş?
“sabırlı bir ruh çözümleyicisi çıkıp da, bana şöyle bir soru, niçin yazdığım sorusunu sorsaydı, böylesine önemsiz, biraz da saygın olmayan bir şey yapmaya, ne zaman, nasıl olup da karar verdiğimi sormakta direnseydi, şöyle yanıtlardım: hiçbir zaman yazmaya karar verdiğimi sanmıyorum, ama gene de soruya yanıt önerecek bir anı, bir ipucu bulunabilir. yeniyetmeliğimi kurcalarsam, hatta kurcalamadan bile, şu anım: ayakkabılarımın bağcıklarını bağlayamayışım; a, evet, bana kalırsa onları doğru bağlıyordum. ne var ki on dakika geçmeden, düğümlerin hepsi çözülüyor, sarkan bağcıklara basıp sürçmeye başlıyordum. küçültücü bir şeydi bu: annem, babam, arkadaşlarım, ayakkabılarını bağlamayı beceremeyen şu oğlancığa -benim gibi gülünç bir sözcük- sevecenlikle takılıyorlardı…………………..basit şeyleri yapmaktaki yeteneksizliğim açıktı, oldukça da eğlenceli sayılıyordu: düğmeleri çözük pantalonla sokağa çıkıyor, traş olurken yüzümü kesiyor, kravatımı bağlayamıyor, büyüdükçe yapamadağım başka şeyler buluyordum. ama en dramatik anım yukarıdaki anlattığım şey olarak kaldı hep……………….eskiden yapmayı beceremediğim, şimdi de yapamadığım sayısız şey var. kısacası yaşamın ta kendisi bunlar; bu nedenle apaçık becereksizliğimi dengeleyecek bir şey yapmak zorundaydım. ayakkabılarımı bağlayamıyor muydum? öyleyse kitaplar yazacaktım ben de.”

>Öyle bir şey ki kurduğumuz ilişkiler, her ne kadar tanımlara sığdırmaya çalışsak da çoğu tanımsız kalmakta. Sosyalliğin ve toplumsal ilişkilerin içine doğan biz; okulda, işte, ya da herhangi bir ilişki biçiminde kendi olmaklığımız ve başkalarının kendi olmaklığı ve aynı anda beraber olmaklığınızın girifitliği içinde bir araya geliriz ve bir araya gelmekten vazçeriz yahut bir araya gelemeyiz. Kent yaşamının verdiği “profesyonelleşmiş gündelik yaşam pratikleri” becerisi sayesinde çoğunlukla bunu sorgulamıyor yahut sorgulamak istemiyor, yahut vakit bulamıyoruz. Bunda hız iblisinin etkisi büyük kuşkusuz.

O kadar çok kişi hayatımızdan gelip geçiyor ki, ve o kadar çok kişiyi hayatımıza sığdırmaya çalışıyoruz ki çoğunlukla zor durumda yahut mahçup kalıyoruz. Anlamamız gerekir ki zamanımız bu kadar çok şeyi kucaklayacak kadar genişlik vermiyor bize. Kendimize zor yetişirken sevdiklerimize yetişebilmemiz çok zor. Bir de bunun üzerine mecburiyet ilişkileri var ki; içine duygusallık kattığınızda işin içinden çıkamıyorsunuz. İş arkadaşınız gibi, her gün gördüğünüz çok sevdiğiniz ama her zaman görüşmek istemediğiniz…
Bir de beraber bir şeyler yapmaktan zevk aldığınız ama başka şeyler yapmak istemediğiniz birileri olabiliyor. Örneğin, beraber dans ettiğiniz, o an ondan zevk aldığınız ama fazla görüşmek istemediğiniz biri. Evet, kabul ediyorum kapitalizmin hayatımızı parçalara ayırdığını, zamanlar ile kişileri ayırdığını. Ancak, inanın dostlarım hiçbir zaman kimseyi incitmek gibi bir niyetim olmadı. Çoğumuzun da öyle olduğuna inanmıyorum.
Aslında sormak istediğim şu ki; birilerinin hayatına girmek ve çıkmak bu kadar kolay mı? yani birbirimizi tüketmek? Oysa birbirimizi yeniden üretmek en zevkli ve güzel olanı iken?
Elbette, hayatımıza girip çıkaramadıklarımız, hiçbir zaman çıkarmak istemediklerimiz vardır ve sayıları az da olsa baki olan onlardır. Ruh, alışkındır onlara, hatta aşıktır. Anlayış göstermez yokluklarına. Sabredemez, özler… Özeldirler çünkü. Farklı boyutlarda özeldirler bir de. Bazen en yakın arkadaşınız, dostunuz, sevgiliniz, kardeşiniz, anneniz, babanız, kuzeniniz, abiniz….
Ve bazen de hepsi bir den “si (ni)z”….
kimler geldi kimler geçti….

>kelimeler, kelimeler….

Posted: April 5, 2010 in Uncategorized

>sığar mı ki bu dizilişine harflerin içimdeki olan biten. özgürlükten bahsediyoruz, ne kadar sınırlıyız oysa. sınırların sınırında ifade etmeye çalışmanın gerginliği ekleniyor bir de. gerisi suskunluk olarak dönüyor geceye. sahiden, anlatmaya çalışsam anlar mısınız?

dinler misiniz beni sabah kadar?
bitmeyecek sanıyorum bazen bu huzursuzluk, kıpır kıpır yerimi bulamıyorum. dilimde gezinip duran cümlelerle geçiştiriyorum vakti. ucuna geliyor, yazıyorum: dıııt! anlamsız.
bir öykü çıkar diyorum belki, başlıyorum yazmaya, kusuyorum, kusuyorum…. oysa kusmayacaksın diyor hasanım ali. onu hatırlıyorum. vazgeçiyorum ama yüreğim parlıyor hasanım aliyi düşünürken. seviniyorum.
sonra birkaç hasanım ali düşlüyorum, çoğaltıyorum. bakıyorum yoklar. işleri güçleri var onlatın hep. benim niye yok diyorum? işimi gücümü unutuyorum onları düşününce, onlar niye unutmuyor da beni unutuyorlar diyorum. canım sıkılıyor.
belki bir kahve diyorum. bol telveli. yanına güzel bir çikolata. ve hepsi yalnızlık bunların.
sonra bir uğultu, bir rüzgar…
yağan yok, gelen yok…

>ben sana dayanamam

Posted: April 3, 2010 in Uncategorized

>

>her yerden çok uzakta

Posted: April 3, 2010 in Uncategorized

>

“Görüş sahipleri, kendilerini kendilerine satmış insanlardır. Görüş edinmemek, varolmaktır. Bütün görüşlerin sahibi olanlara ise şair denir.” Pessoa


korktum, ve bir yola girmeye cesaret edemedim. diğer yollar, yolların ayrımı, kavşaklar, bulvarlar, çıkmaz sokaklar, taş kaldırımlar hepsi ama hepsi beni kendine çekmeye yeltendi. ama ben, kalakaldım ortada kendimle. hiçbirinde değildim, hepsine uzaktım. ve hepsine bir karar kadar da yakındım. bir an mantık silsilem yahut duygu durumum diğerlerini yani muhalafet edenleri mat etse bir yola girmiş, hatta yolu yarılamış olacaktım. ama yapamadım, bir türlü yakınsayamadım yolları.

arasıra bir yere gittiğimi varsaydım. nefesim kadardı bu gidişim. uzansam sımsıcak, dokunsam benim. dibimde, işte tam da yanımda. nafile, zihnim ve kalbim savaş alanına dönmüş, her yer kan her yer düşünce, her yer teori, iddia, paranoya….

ne oldu peki? yine dokunamadın da ne oldu? göğe eremeyen ve başın kalbinle kalakalıyorsun günbegün. için ezildikçe eziliyor evet, sandığın dibinde ezilen çürük domatesler gibi sayın psikolog:
ezik ve çürük…
her yerden çok uzaktasın, le guin dert ortağın bu yaman saatlerde. bu geçmek bilmeyen, canımıza okuyan saatlerde. bu sonsuz zamansızlıkta ha ileri ha geri? ne fark eder ki…

her düşünceye çok uzak olmak, her yere çok uzak olmak ile eş. orada bir başına kaybolmakla… bir başına cümlelere takılmakla, bir başına yazmakla, bir başına aşık olmakla…

bir başına uzak, her yere…