“hayat benim icin iki eli cebinde uydurulan bir masaldı” / ahmet hamdi tanpınar
“Saat 4 değil mi evladım?” diye sordu. Bu sıcak havada, ter kokmayalım diye birbirimizden uzak durmaya çalıştığımız bir asansörde zamanın tek anlamı vardı, o da havadar bir yere çıkmaktı. (hepimiz kokmamak için yarışıyorduk sanki) Hayır, 3’e geliyor diye cevap verdim. Kapı açılmak üzereyken üstünü başını düzeltti. Bense evden çıkarken bile bakmadığım saçlarımın bir uyku hali anımsattğından emin ama umursamaz tavırla onu izliyordum. Orta yaşlarını çoktan geçmiş, kısa saçlarına aklar düşmüş, ama gözlerinin altındaki çizgilerden oldukça memnun bir olgun kadın edası ile o da beni süzüyordu. “Neyse ki bir saat kazanmışım, biraz daha oyalanabilirim” dedi yüzüme bakarak.

Kapı açıldı, hızlı hızlı sokağa yürüdü ve gözden kayboldu. Bense biraz daha değil, sabahtan beri oyalanıyordum. Öyle ki oyalanmaktan ayaklarıma kara sular inmişti. (Bu deyimi de bir olgunluk belirtisi olarak kullandım, oysa tek çağrışımı ülkenin kara sularıydı) Hep bir yere yetişememe değil de yetişme korkusu vardı sanki içimde. Bu nedenle alabildiğine oyalanıyor ve oynuyordum. Öylesi hızlı bir yürüyüş benim için sadece spor amaçlı olabilirdi. Yoksa ağır ağır, sokak sokak…Yaşamak adeta yavaş çekim bir yürüyüştü tahayyülümde. Evet, tam da bu klişe yaşamak nedir sorusunun cevabıydı: her sokağa girmek, yavaşça yürümek, yorulmak, dinlenmek, gene yorulmak, gene dinlenmek. Bunları düşünürken şehrin göbeğine yürüyordum. Selanik caddesine gidip yeni açılan kahvecide, hayata uyanacaktım. Uzunca bir süredir geceleri çalıştığım için (bir arkadaşıma böyle dediğimde, kurtarcam seni bu hayattan diye takılmıştı bana) öğlenleri ancak uyanabiliyordum. Saatin üç’e geliyor yahut dört ile arasında olması umrumda değildi. Yetiştireceğim tek şey, okuduklarım, yazdıklarım ve düzelteceklerimdi. Onlar için de “yetiştirmek” kelimesini her kullandığımda sözlüğümden uzaklaşıyordum. Onlar bir yere yetişemezdi, sadece okunurdu ve yazılırdı.
Geceleri içtiğim neskafe aklıma geldi, kırmızı bardaklar yalnızlığı çağrıştırdığı için, bu defa tek başıma da olsam beyaz bir fincanda irish kahve içecektim, sert olmalı ve uyanmalıydım. Çünkü, uyuyorken ve hiç uyanamazken hayata tepkisizdim. Birçok şeye umursamazdım ama okuduklarımı en azından tepkili okumalıydım. Somali’de çocuklar ölüyor haberini uykulu okumamalıydım misal. Ve sadece okumamalıydım da. Böyle şeyler düşünürken, bana saati soran kadın geldi aklıma. Zihnim böyle çalışıyor işte, serbest olmayan çağrışımlar. Sanki, beraber oyalanalım desem bir türk kahvesi içelim der gibi geldi. Keşke davet etseydim. Falıma da bakardı. Kesin bakardı. Yine uçak görürdü. Yıllardır kahve fincanıma sinmiş uçakları ve korkularımı söylerdi. Sonra çeker giderdi, dörde yetişirdi. Ben yetişemezdim.
Yüksel caddesi’nden geçerken sokağın boşluğu dikkatimi çekti. Sokak satıcıları, zabıta ile kavga ediyordu bir süredir ve sokakta satış yapamıyorlardı. Bu boşluk içimi ürpertse de, “insansızlığın” sessizliğinde yürümek hoşuma gitti. İnsanlardan mı korkuyordum, insansızlıktan mı? Bir tezgahta oniki saatini, saat satarak geçirmeye çalışanlardan mı? Kolumdaki saate baktım, dörde geliyordu. Hızlandım.
İki gündür kolumdaki saati çıkarmadığım için garip bir mutluluk duydum. Koluna saati, o kelepçeyi takamayanlardanım. Ama bir şekilde zaman denen koku bir yerde üzerimize sindiğine ikna olmaya başladığımdan beri o kadar da kötü bakmıyorum saate. Babamın hediye getirdiği o pahalı saati bile odamdaki kargaşada bulursam takmaya razıyım. Kaç yıl önce hediye edildiğini düşündüm ama büyüme korkumdan olsa gerek vazgeçtim. Çoktan irish kahve siparişimi verip, beklemeye koyuldum. Kahve kokusu olan mekanda, mutsuz olmak imkansız. Yalnız olsan bile. Tek başına adını doğru telaffuz ettiğin bir kahve siparişini verdiğin mekanda bir kadın olarak senden öz güvenlisi yoktur. Çıkarken bıraktığın bahşişin hesabını yapamazsın bile.
Para kazanmaya başladığım ilk aylardan birinde, Kale’den görece pahalı bir köstekli saat almıştım. Uygun bir kıyafetle kullanmaktan büyük zevk alıyordum. Zincirinin sarkışı, sesi, kapağını açarken ki tık edişi. Öyle bir huzur veriyordu ki.. İzlediğim filmlerde, büyükbaba böyle bir saati hep oğluna hediye eder ve sanki zaman nesilden nesile erkeğe ulaşırdı. Geçenlerde masamın üzerindeki bu köstekli saate bakarken, odamın kapısını çalıp bir şey sormaya gelen babam ile göz göze geldik. Neden yaptığımı çok iyi bildiğim, ama o an aniden neden böyle bir şey yaptığımı anlamadan, babama köstekli saatimi hediye ettim. Çok sevindi. Gözleri doldu. Ben artık bundan böyle babama bir şey söylemek istemiyordum, söyleyeceğimi söylemiştim adeta. Öyle hissediyordum. Asansördeki kadın aklıma geldi, zamanı ne kadar değerliydi. Acaba oyalanmak için ne yapmıştı ve gideceği yere tam dörtte yetişmiş miydi diye düşündüm.