>Bir süredir burada yazıyorum, gündelik hayatıma çok bulaşmak niyetinde değilim. Zira burayı günlük olarak kullanmak istemiyorum . Başımdan neler geçtiğini, batsın bu dünya sıkıntılarımı da paylaşmak istemiyorum. Çünkü, çoğu zaman bu dayanılmaz geliyor. Bu blog dünaysında bunu çok güzel aktarabilen bloglar var, bir kısmını hayranlıkla takip ediyorum ama nedense benim böyle bir tarzda yazasım yok. Aslında yazmak istediğim uslubu de kullanmıyorum burada. Nedeni biraz daha üstten bakmak, yani somutu soyutlamak. Zaten yaşıyoruz ve soyutlamalara ihtiyaç var. Elbette beceremiyorum ama deniyorum.
Şiirsel yazım bu nedenle bana daha asil geliyor, daha çok soyutlamalara ihtiyaç duyuyorum yazarken. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, İyi bir edebiyatçı olma iddiası taşıyorum aslında yaptığım işi iyi yapmak için. Ama edebiyatçı olma iddiam asla yoktur. Susmak zor iş ya, yazmaya kaçıyoruz kolay sanıp benimki de o hesap. Yağmurdan kaçarken dolularla cebelleşmek. Yazma sıkıntısı…
İyi bir siyaset bilimi eğitimi aldım, çoğunlukla iyi yazılar da yazdım. Cümle kurarken bu kadar zorlanmadım yıllarca. Ama bu son dönemde ciddi bir sıkıntıdayım. Aslında nedenini biliyorum; az yazıyorum ve az okuyorum. İnsan her şeyi unutabiliyor; okumayı, yazmayı.. Hatta konuşmasa, konuşmayı…
İşte ben yazamayınca, konuşamıyor hissiyatına kapılıyorum. Benim için korkunç bir durum, çünkü varoluşsal bir şey. Kendimi var edemiyorum.
Şimdi şu anda, klavyeye dokunurken harflerle dansımı izliyorum. Öyle hoş bir dansları var ki, üstelik asil bir yazı olmadığı halde..Siz bunu şiir yazarken hayal edin örneğin.. Hele klavye değil dolma kaleminizi ve mürekkebi, müthiş…
Neden burada siyasetten ve gündelikten bahsetmediğimi az çok anlatmaya çalıştım. Ama biliyorum anlatamadım. Esasen bunlar için ayrı bir blog oluşturmayı bir süredir de düşünmekteyim. Bakalım, yazma heyecanımı yeniden kazandığımda deneyeceğim…
Son olarak bu sıkıntının yüzümde vuku bulmuş hali, oyuncağı alınmış bir çocuk yahut yiyecek ekmeği olmayan bir dilenciye benzeyebiliyor çoğu zaman. Sıkıntı deyip geçmeyin zamanı zindan edebiliyor…
Archive for February, 2009
>“Hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni. ” (C.süreya)
“bir hayalperest yalnızlıkta
dümdüz ovaya çıkıyor hayat….”
>tuhaflığın seyrinde yürümekte
karın izi karda
yağmurun izi ıslaklıkta
bastığın yerdi yürüdüğün
ve düştüğün yerdi gökteki yüzün
yaz günü
tuhaf bir soğukluktu yüzün
güneşten kaçan sağanaklara tutsak
güldü mü ağlıyor
ağladı mı tüm kahkahalar bizimdi
kış günü
tuhaf bir sıcaklıktı elin
içimde bir titreme ışığa kaçak
sustu mu sesin yüksek
konuştu mu memnuniyetsiz….
tuhaflık işte
yıkayınca geçer sokaktaki izler
sokaktaki sesler
duymayınca geçmez
bir çınlama
deli mi neyiz
tuhaflığın seyrinde
kendi alemimizdeyiz…
>
Bazen o düşe düşüyorsun, boğulacağını bile bile. Kalkmayı da istemiyorsun üstelik. Uzun bir sessizlik oluyor her şey; çocuklar, bulutlar, susun sesi. Susuyor dünyanın gürültüsü senin yanında, çünkü dinliyor hissi. Öyle bir çılgınlık geçiyor ki aklından, dile getirse tüm herkesi susturacak gücü var o aklındaki gizin.Ya dünyanın delisinde ya da delilerin dünyasında buluveriyor kendini.
Aşık olduğun zaman… Aşk, delilik oluyor velhasıl, dillendirildiği üzere lügatında şairliğin.
Tüm rollerinden sıyrılıyor ses, ne varsa masanın üzerinde (
Bir mit anlatılır hep aşk ile ilgili, gözünü kör ettiği için her daim yanında olmaya söz veren “çılgınlık” üzerine ve mitin devamıdır hikaye sandığımız; dünyayı çılgına çeviren aşıklar üzerine ki değiştiren tarihin seyrini. Delidir işte aşık, sevginin delisi yahut delinin sevgisidir.
Modern dünyanın tutsaklarıdır bir yandan da düşünmekten ve aşktan delirenler. Bilmenin ve sevgilinin peşinden koşan garip insanlar yani.
Bahsettiğim;
Deli mi?
Normalliğin kıyısında bir deniz arayan ve taşları su sanan akıldır bahsi geçen bir deli…
“Cebinde sadece çakıltaşı
aklında kum taneleri olur senin
ve suyun evrendir uzaklardaki seyrin.
Ya taştır normallliğin gerçeği
sana çarpan ey deli
ya da taş-ır normalliğin seyrini ..”
>

Kaç temizlik sonrası hazırladığımız çantalar sokaklara atılmıştır, unuutuklarımız, unutacaklarımız. Kafamızdan geçenler için hazırladığımız çantalar peki? Öyle veriyorum, atıyorum demeyle olmuyor ahkam kestiğimiz üzere. Zira yıllar önce paketlediğim ve attığımı düşündüğüm her şey birkaç taşınmadan sonra, hiç açılmayan bir koliden karşıma çıkıyor; birkaç mısra, fotoğraf ve tozlu gözyaşlarıyla…
Unutmak! Namümkün bu kentte. Eskici, eskici değil… eski, eski… Bir tuhaf hissiyat var bu kentte tüm kiri tozu pası anılarıyla birlikte biriktiriyor. Tükenmez kalemle yazılmış her yazı gibi yahut çıkmayan bir leke bulaşmış gömlek misali. Yaşıyorsunuz ve kalıyor tüm izler. Kent size hatırlatıror an an… İşte diyor şurada, şu köşebeşında yıl bilmemkaç ve bir bank diyor, sonra güller vardı orada… Şimdi yok mesela, yıkılmış portakal suyu satıcısı olmuş… peki ya şu kahve, hani fotoğraf çekilmiştik bir öğlen benim mavi bluzum senin kareli gömleğin vardı, masanın üzerinde de bir kitap, kitap neydi hocam? Olmaz hatırlayamadım… Orası cafe olmuş üstadım…
İşte eskiciye sattığımız bir çanta daha; mekanlarımız, sokaklarımız, kitaplarımız ve fotoğraflarımız…
Oysa daha dündü, eski değildi ve eksik değildi hiçbir şey….