Archive for August, 2010

>içimizden geçenler

Posted: August 27, 2010 in Uncategorized

>bir parkta oturuyorsunuz-misal kurtuluş parkı

suyun sesi, bisikletle dolaşan çocuklar
falcı teyzelerin…
sanki keyfi bir rüya bu oturuş
oysaki zorunluluk içinizdekilerle
daha fazla yürüyecek güçte
değilsiniz çünkü
daha fazla düşünecek
bir banka seriyorsunuz içinizdekileri
oracıkta,
bir zaman durduğunuz, durakladığınız
sustuğunuz ne varsa
kazılıyor
çekirdek kabukları, pet şişeler
ve rüzgarın hışırtısı oluyor kızgınlığınız
kime, kimden ve neden?
“durmadan yalnızsınız”
diyor edipim canseverim
oracıkta,
durarak da yalnızsınız
iki yanda ihtiyarlar
buruşmuş ellerine birer dondurma
iki kişilik
iki tatlı yalnızlık ilişiyor size
sonra gidiyorsunuz ıskaladığınız bir aşka
oracıkta,
onun elini tutuyorsunuz
buruşmadan
bir parkta oturuyorsunuz
-misal kurtuluş parkında
cadı heykeline uçuşan yapraklar
ve siyasala götüren anılarla
sevdikleriniz arıyorsunuz
yitip giden ne varsa
arkanızı dönüp
susuyorsunuz konuşanlara
oracıkta,
öyle işte
oracıkta
içinizden geçenlerle
yalnızsınız
durmadan…
Advertisement

>beni kör kuyularda

Posted: August 24, 2010 in Uncategorized

>

Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın – Timur Selçuk from Status Naturalis on Vimeo.

>daha neler neler…

Posted: August 24, 2010 in Uncategorized

>her hikayenin kaybedeni ve kazananı vardır ya… her kaybedenin kazanan ile, her kazananın kaybeden ile bir hikayesi olur zamanla… dünya sandığımız kadar büyük değil meselesi…

pek tabi, kazanan ve kaybeden üzerine kurulu bir öykü algısının daha baştan “kayb” ile neşretmesi var işin içinde. ehh oğuzum atayım ile haşırdan kaynaklı olsa gerek.
yenil, daha iyi yenil hesabı, bir alışkanlıktır gidiyor yenilgi. bir zamanlar çok istediğim bölümden kendi isteğimle ayrılmama rağmen yeni bir “terk edilmiş” sevgili hissiyatındayım. neyse ki, yeni sevgilimiz pek cazibeli:)
peki, arkamda bıraktıklarım; biraz umut, biraz idea, biraz güven, biraz ilgi, biraz vefa… ve emek…
aldığım dersler, döktüğüm diller, konuştuğum yüzler…
şimdi, yeni bir başlangıca adım atarken karışık olan kafamı bir şekilde toparlamalıyım.
nedir son durum;
* oraya dair yapacaklarımı silmem gerekiyor
* yeni düşlerimi aktif hale getirmem gerekiyor
* duygusal işleri netliğe kavuşturmam gerekiyor
(ama göze alamıyorum yeni hiçbir durumu)
*umursamazlık tavrımı bir level üste almam gerekiyor (zira merakları gidermekten yoruldum)
bu böyle gider…
unutmadan;
insanın canı gönülden istediği şey oluyormuş, farklı tezahürlerle olsa da…
“olsun”

>kıyıdaki elma’ya bir ses

Posted: August 22, 2010 in Uncategorized

>ey canımın güftesi, eylülün ikinci haftasıydı o sıra
bana gülümseyerek getirdiğin bir bardak suydu o sıra

hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık
bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra

bir kıyı ikindisiyle bir elma öyle kendiliğinden
büyürler bir öfkenin ya da bir dağın yanısıra

bir kıyının beslerliği bir elmadan ayrılmaz gibi ama
elma soğuk bir kış akşamında bile yenir ısıra ısıra

bir öfkeyi diriler durmadan elma, ovadan gelir
elbet küfelerle sandıklarla hüzünlerle ardısıra

ey geçmişten gelen konuk, sonsuz düğmelerimi tut
yerlerini yadırgayan sonsuz iliklerin adına

ey canımın güftesi, denize hiç bakmadık, hatırla
tek pencereli bir odada elma yedik ısıra ısıra

elmanın topraktan süzdüğü gemilerin denizlerde gezdiği
bir tatildi, bir geçiştirmeydi, yalnızlıktı bir kusura

neydi, ne doğruydu, nerden vardık yakışmıyor konuşmak bize
öyle barışlar okuyup yalnızlığı yaşamak kara kara

ey canımın güftesi, ey penceresi bütün sıkıntılarımızın
bizim babalarımız neden ölürlerdi hatırla sıra sıra

bu söylediğim iyi bir şarkıdır elle bile hatırlanır
yani şu, ateş ve deniz buluşurlar bir limanda arasıra

yani şu, elma yenir ve balık durmaz kaçar
ama yenilmezler artık buluştukları sıra


turgut uyar

*

turgut uyar: öldüğü gün hepimizi işten attılar” c.s

>kadın-oje-futbol-webadmin

Posted: August 15, 2010 in Uncategorized

>

geçenlerde metroda hızlı biçimde tırnaklarına oje sürüp makyaj yapan bir kız gördüm. üstelik bir yere yetişiyor havası da yoktu, yani çok rutin işini metroda yapıyor bir hali vardı. dedim ki, “kadın” olmak ile mi ilgili bu durum yoksa benim zihnime çarpıp zıplayan “kadınlık” imgeleri mi sorunlu?

dostlarım, web sitesi yapmayı öğrenmeye çalışıyorum bu sıralar. hani şu html işleri falan filan… epey zorluyor şu sıcakta küçülmüş beynimi. böyle matematiksel işler. ama azmettim, pek yakında blogumdaki atraksiyonlarla karşınızdayım!
peki bunu niye anlattım, kadınlık ile ne bağlantısı var? şimdi geçenlerde “cinsiyetçi” olmadığından emin olduğum bir soru ile bu işleri bana öğreten hocam sordu: “kadınlar pek ilgi duymuyorlar böyle işlere? webadminlik falan…”
o an aklımdan geçen şey, biraz komik ama “büyüyünce web admin olcam deseydim keşke soranlara” oldu. neyse, bu abukluğumu geçeyim de. hakikaten kadınların bu tür işlerden uzak oluşunu neye bağlamalı? düşündüm, bir şey bulamadım. yani zeki olduğuna cani gönülden inandığım kadınların, bu işi kotaramayacağından değil de bilgisayarın başında bu işleri yapmaktan sıkılacağını düşündüm önce. ama belki görülmeyen işin sanat yanı, yani bu iş sadece teknik değil, tasarım gerektiriyor. belki bilgisizlik… bunun üzerine düşünmeli…
kadınlar neden futbol sevmez!? ile bağlayabileceğim bir soru değil bu internet işleri. bundan eminim. çünkü futbol, bu işlerden farklı olarak hem söylemde hem pratikte ve kimi zaman kadınlar uzak dursun diye erkeklerin kendi erkeklik dillerini ortaklaştırdığı bir alan. her ne kadar biz futbol seven ve oynayan kadınlar! ofsaytı bilerek ve sahalara inerek bunu değiştirmeye başlasak da…
nereden gelmiştik? ha, ojelerden…
ne yaptım biliyor musun blog?
gittim kendime renk renk oje aldım. sürmeyi beceremesem ve pek sevmesem de…
özenmek değil, kadın olmayı imgeye yerleştirmek de değil…
öyle olunca nasıl oluyor diye? ojelerimle web admin olmak için.
hazırım:)

>Is there anybody in there?

Posted: August 10, 2010 in Uncategorized

>

>bir şehir bir insan

Posted: August 7, 2010 in Uncategorized

>

mekansız insan, mekansız zaman gibi “asılı” kalır bir yerlerde. “insan yaşadığı yere benzer” der ya edipim canseverim, o misal, oturduğun mahallenin bakkalı ile eş dost olursun bir süre sonra. dilini konuşmadan da anlaşırsın, kapıdan girer girmez poşete atmaya koyulur içtiğin sigarayı bir kere… ha bir de kuşlarına, böceklerine benzersin. bir keresinde tatile gittiğimiz yerde sineklerden yakınırken, “buradaki sinekler daha sıcak kanlı” demişti annem…
sonra, sokaktaki evlerin mimarisine bile benzer. örneğin, çok dar bir sokakta yaşıyorsunuz. pencereden bakınca çapraz binada kendi halinde bir adam için meraklanabiliyorsunuz. yahut çamaşır asarken karşıdaki kadın ile göz göze gelebiliyorsunuz. ve sevmeseniz de “bugün hava çok sıcak” demek zorunda kalıyorsunuz. evet, zorunda kalıyorsunuz….
oysa, geniş bir caddede, güvenli bir sitede, bir başkası ile karşılaşma ve konuşma ihtimaliniz çok azdır. ve mecburi ilişkileriniz azalmıştır.
sonra, bir de yaşadığınız yer sıcak mı soğuk mu çok önemlidir. sıcak memleketin insanları başka oluyor bilirsiniz, hani kuzeyli, güneyli meselesi… en önemlisi “güneş iksiri”
ve en önemlisi, geçmiş medeniyetler için de “su” dur azizim. her şeyi tersine, belki düzüne çevirebilir. hani bozkırda büyümüş biri için bir abartı. hani ilk gördüğü birikintiye hayran… yok yok mucizevi bir etkidir… ona dokunmak, ona bakmak, onu koklamak….
velhasıl kelam, ben bilirim ki denize bakan sokaklar dingindir.. denize bakan sokaklarda yaşayanlar da “dingin” olmalıdırlar.. varsın huzursuzluk yakasını bırakmasın…
dingin ama huzursuz…

>lüzumsuz adam

Posted: August 4, 2010 in Uncategorized

>


“……..sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar?”


“…… bineyim bir boğaziçi vapuruna günün birinde. bebek’le arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanapeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.”

sait faik / lüzumsuz adam