Archive for February, 2012

çalmayan saat

Posted: February 4, 2012 in Uncategorized

ben bir şiirden geliyorum
uzak bir ülkenin kıyı kentinden
dilinde “hız” kelimesi eksik
artırmış yalnızlığı susarak: “durmadan…”

durmadan memleketten bahsediyor şair
kalemi kırılmış ülkenin kalemtıraş müzesinden canlı yayında
“kırmızı kalemin çizdiği çizgiden bildiriyorum:
siyahın yüzyıl süren iktidarı burada bitmiştir”

durmadan susuyoruz diyorum ben şaire
durmadan
kardaki ayak izimize
elimizdeki yara izine
yılların içgeçmişliğine
çalmayan saatimize

elimden tutuyor, adı “özgürlük” oluyor
tüm yenice açılan cafelerin
white chocalate mocha içip
küres’elleşme beyanatı veriyoruz bir gazeteye
az gelişmiş tirajını önemsemeden
şairin şiirine mülteciyiz nasılsa

saatin çalmasına umursamadan
sarılıp duruyoruz kurmadığımız düşlere
durmadan yaşıyoruz durmadan
nefes almadan, yutkunmadan


“hiçbir şeyin memnun etmediği bu adamları ille de mutlu etmeye ömrünü adamış kadınları, onların beyhude gayretlerini düşünüyor.”
(Murathan Mungan- Kadından Kentler)
Kübra CEVİZ
Uzun ve karmaşık bir başlık altına çok şey yazılabilir. “Önce öp, sonra doğur beni” hissiyatı ile kenti, kadınları ve erkekliliği öpmekle başlayacağım işe. Doğum, zor ve sancılı, çünkü doğum, kısa ve çabuk söylenen bir kelimenin naifliğinde değildir. Başlangıç ve sonun ağırlığında geçen bir sürece işaret eder.
Başlığın doğması için, başlangıca dönelim: Doğaya efendilik eden erkeklerin yüzünden yeryüzünü kaybetmek istemeyen kadınlar! Kent hayatının zorluğu, karmaşıklığı, etkenliği, edilgenliği, yoksunluğu ve her türden her şeye ulaşmanın konformizmi. Ne türden bir bakışa teğet geçilirse geçilsin çizilen çemberin sınırlarında kendini bulmaya çalışan kentin kadınlarına rastlarsınız. En alttan başlayalım; çizgide kalmak için tek ayak üstünde durmaya çalışan kadınlardır bunlar: erkeklerin kadınları, babaların kızları, ağabeylerin kardeşleri, kardeşlerin ablaları! Ayakları ağrıdıkça, onları değiştirerek hayatlarını tüketirler bacaklarındaki varisler ile. Oysa öylesi çirkindir ki o varisler. Zaman zaman gözlerindeki, vücutlarındaki morluklara benzerler. Bir kadını çirkinleştiremeyecek kadar çirkindirler. Ama bunu erkekler asla bilemezler. Çünkü erkekler her şeyi bilmek isterler, bilemezler. Oysa birazcık sezmeye çalışsalar…
Kentin kadınlarının ne yazık ki çoğunluğu, orta-alt sınıf “tek ayak cezasında” geçer. Cezaların kesiliş biçimi ise farklı çizgilerde, farklı zamanlarda, farklı mekanlardaki kadınlara göre değişir. Anlatmaya çalıştığım; kadın olmanın lanet olası cezası her zaman erkeklerin bilmek için can attıkları “çıplak şiddet” değildir. Her zaman geçerli olmasa da bu şiddet, alt sınıflarlarda tezahür ettiği çıplaklık, orta sınıfın “vicdanına” dönüşür. Yani babaların nerden doğmuş olasıca kızından, biricik kızına dönüşür. Oysa ikisi de hem evde hem dışarıda “kadın” olmanın faturasını çoktan ödemeye başlamıştır, vadeli, taksitli, peşin, hacizli…
Kentin kadınları, kadın olduklarını fark ettikleri an genel olarak üç tür refleks geliştirirler; birincisi kadın olmanın cezasını çekmek! İkincisi; kadın olmanın bilincinde kendini ve kadınlığı kollamak (ne yazık ki bunun için ciddi bir farkındalık ve en önemlisi ekonomik güç gerekli). Üçüncüsü ise; dişe diş, başa baş: erkekleşmek!
Çok zaman içimizdeki erkek Fatmalar olarak anılsalar da, çoğunlukla iş hayatına ve dolayısıyla kamusal alana dahil olmuş kadınların, kadın olduklarını, kadın olarak unutmalarından ibarettir. Adeta kentten kadınlara dönüşürler. Kentin tüm çetrefilliği ve kendini devam ettirme stratejilerine sahip olup, sadece gökdelenlere sahip bir kentmişcesine gecekonduyu unutur, aşağılar ve hor görürler. Çünkü kentten olmak demek aynı zamanda iktidar olmak demektir.
Aslında ben bunu doğayı kentten kurtarmaya, korumaya çalışan “erkeklerden” ve “erkeklikten” farksız göremem. Her zaman “kurtarıcı” rolünü üstlenen “Süpermen”lerin doğayı ve kadınları kendi başına ve çaresiz sanmalarından kaynaklı kamusal alanda var olan kadınlara hiçbir zaman ilan edemeyecekleri aşkları gibi.